Binlerce fotoğraf sanatçısı, İstanbul ve Boğaziçi’nin güzelliklerini fotoğrafları ile ölümsüzleştirdiler. Bir sualtı fotoğrafçısı olarak ben de Boğaziçi’ne farklı bir gözle bakmaya çalıştım..

İstanbul. Öyle güzel bir şehirde yaşıyorum ki, içinden deniz geçiyor… Avrupa ve Asya kıtalarını birleştiren bir köprü, uygarlıkların beşiği bir şehir. İstanbul’un tarih boyunca bu kadar önemli bir yerleşim olmasının nedeni nedir?

Bence “deniz”, yani “Boğaziçi”…

Bu kadar önemli bir şehrin, insanları tarafından kendi haline terkedilmiş, az korunmuş denizinde, hangi canlılar hala yaşamaya çalışıyor diye sormuş ve 2006 yılında içinde yaşadığım şehrin sularına dalmaya başlamıştım. Boğaz beni şaşırtmıştı, hala yaşamaya direnen balıklar ve canlılar ile karşılaşmıştım. Bu dalışların sonunda ise ortaya “İstanbul’un Sualtı Yaşamı” adındaki kitap ve belgesel film çıkmıştı. Bir çok İstanbulluya, Boğaziçi’nde denizatlarının yaşadığını, bir çok balık ve canlının “Ey İstanbullular bizler hala buradayız artık bizi görün, önemseyin ve koruyun” dediğini aktarabilmiştim.

İşte o dönemde her Boğaziçi dalışımı bitirip, su yüzeyine çıktığımda ise farklı bir heyecan ile kalbim atıyordu. Daha önce Boğaziçi’ne hiç su yüzeyinden yani denizden bakmamıştım… Karşımda bütün heybeti ile duran saraylar, kuşaklar dolusu insana ev sahipliği yapmış yalılar, mitolojiye konu olmuş Kızkulesi, sandallarında balık tutan balıkçılar, tankerler, vapurlar…

İşte bu kitabın temelleri o zamanlar atıldı…

Binlerce fotoğraf sanatçısı, İstanbul ve Boğaziçi’nin güzelliklerini fotoğrafları ile ölümsüzleştirdiler. Bir sualtı fotoğrafçısı olarak ben de Boğaziçi’ne farklı bir gözle bakmaya çalıştım. Aşık olduğum denizden çektiğim, aşık olduğum bir şehrin güzelliklerini sizlerle paylaşmak istedim. Belki bu sefer, fotoğraflarımın içinde balıklar, mercanlar, süngerler yok. Ama bir şehrin; deniz ile birlikte yaşayan mimarisi, kültürü, alışkanlıkları var.
Boğaziçi’nde neler yok ki…

Oturduğun masadan kalkıp elini uzattığında, Boğaz’ın akıntılı soğuk suyuna değerek kahvaltı edebilmek, sabahın köründe sandala atlayıp çinekop, lüfer yakalayabilmek, Ortaköy Meydanı’nda Boğaziçi Köprüsü’ne bakarak kahve içebilmek, Kızkulesi’nden Topkapı Sarayı’na bakabilmek, gün batımında müzik eşliğinde boğaza karşı rakı içebilmek, deniz kenarındaki parklarda köpeğinle dolaşırken temiz boğaz havası alabilmek, kamış oltanla istavrit akınından pay çıkartmaya çalışmak, çingene vapuruyla bütün boğazı dolaşıp Anadolu Kavağı’nda midye dolma yiyebilmek, Kanlıca’da yoğurt yiyebilmek…

Dünyada deniz çok, ama başka Boğaziçi hiç yok…